Site İçi Arama
Bizi Takip Edin!

Basın Açıklamaları

Cumhuriyetin Korkuları; Korku Cumhuriyeti

Cumhuriyetin Korkuları; Korku Cumhuriyeti
İçinde bulunduğumuz Cumhuriyet’in hikayesi, ünlü bir Oğuz Atay hikayesinin, Korkuyu Beklerken’in adeta izdüşümüdür. Bu öykünün isimsiz kahramanı, birden bire beliren, bilinmeyen bir dilde yazılmış ve tehdit içerdiği düşünülen bir mektup alıp kendini evine kapatarak korkuyu beklemeye başlamadan önce de adeta bir korku bahçesinde, içinde dizi dizi korku aynalarının bulunduğu ve her bir aynanın diğerinin ürettiği korkuyu daha da büyüterek iade ettiği bir galeride yaşamaktadır. Bu anti-kahraman, evinden işine giderken, salona açılan odaların kapılarını kilitleyip anahtarları salondaki bir vazoya, sonra salonu kilitleyip anahtarını antredeki bir başka kaba koymakta, nihayet dış kapıyı kilitleyip evden ayrılmaktadır. Elbette eve dönüşünde de aynı kilitleme-açma ritüeli tersinden yerine getirilmektedir. Her yapacağı hareketi önceden düşünen ve hareketi yaparken bile yaptığı hareketi düşünerek o hareketi yaptığına inanabilen histerik bir erkek gibidir bu anti-kahraman: Çay almaya gidecekse, önce çay almaya gideceğini düşünmeli ve hatta ayağa kalktığında, çay almaya gittiğini kendi kendine yüksek sesle tekrar etmelidir. Bu yüzden öykünün kahramanın yürüyüşü sempozyumumuzun afişinde yer alan adın yazılışı gibidir: Her tam sözcük korkutucudur; bir nefeste söylenen her şey ürkütür; anlamı gözetmeksizin sözcüğün ortasında durulmalı, bir kesinti verilmeli ve öyle devam edilmelidir; tıpkı cumhuriyetimizin ulusal marşında da karşımıza çıkan prozodi hatasında olduğu gibi: “Korkma sönmez bu şafak/larda yüzen alsancak!” Marşımız bile adeta cumhuriyetin mayasında korku olduğunu dosta düşmana ilan etmek ister gibidir. Korkma sözü cumhuriyetimizin amentüsüdür; arkasındaki büyük korkuya işaret eder.
 
İşte hayatımız büyük korkularla örülmüş bir korku galerisidir: Korku zengini bir ülke. Oğuz Atay’ın kahramanı gibi; köpekten, eşyadan, hırsızdan, yalnızlıktan korkarız biz de. Yangından, hastalıklardan, açlıktan, maden ocaklarından, trafikten, depremden, terörden, savaştan, kadınlardan, erkeklerden, çocuklardan, polislerden, askerlerden, yargıçlardan, öğretmenlerden….korkarız. Aklımıza ne geliyorsa korku kaynağıdır, korku nesnesidir. Aslında korkunun bu kadar zenginleşmesinin bir tek anlamı vardır: Kendimizden korkuyoruz! Atay’ın kahramanı da kendinden korkar; bu yüzden sürekli bir özeleştiri halindedir. Ancak kendisi korku kaynağına, korku üreticisine dönüşmedikçe, buna da inanamaz; kendini inandıramaz.
 
“Demek ki her yaşantımda, bakalım nasıl oluyor diye ilgisiz gözlerle kendimi seyretmiştim. Beni sevdiğini düşündüğüm bir kadınla ilk defa yatarken bile, iyi oluyor, iyi oluyor diye hissetmeğe çalışmıştım.… Hayır, belki de kendimi yaşanacak güzel günler için saklamamıştım: belki de sadece duygularımda her zaman biraz geç kalıyordum… Onlar bu olayı da değerlendirmesini bilmişler, gerçekten korkmuş, gerçekten acı çekmişlerdi; gerçekten çaresiz ve yalnız kalmışlardı. Ben ucuz bir romandım. Hayır, kötü bir edebiyatın bile gerçekliği vardı. Can sıkıcı taklitçilikleri bile benden gerçekti. Ben yoktum; hatta ben yokum, olmadım diyemeyecek bir yerdeydim; kelimeler bile yan yana gelerek beni tanımlamak istemezlerdi. Ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı. Binlerce yıldır söylenen milyonlarca sözden hiç olmazsa biri, beni içine alsaydı! Çok insan için söylendi ama, sana da uygulanabilir denilseydi.…kendime gerçekten acıyabilseydim, gerçekten ümitsiz olsaydım…sonra yavaş yavaş, adım adım doğrulurdum.”
 
Bu anti-kahraman Machiavelli’nin ifadesiyle iradesiz bir cumhuriyet gibidir; bir Oblomov! Arzunun çokluğu ve çoğulluğuyla hareket arasındaki büyük uçuruma yerleşmiş bir çürüme!
 
Machiavelli’nin sözleriyle “iradesiz cumhuriyetler zorlanmadıkları sürece [hatta bazen zorlandıklarında bile] asla iyi bir tutum geliştiremezler, çünkü herhangi bir şüphenin olduğu yerde, zayıflıkları asla onların bir karar almalarına izin vermez ve onları yönlendiren o şüphe şiddet yoluyla bastırılmadıkça, daima hiçbir karar almadan kalırlar.” Machiavelli’nin sözünü sürdürürsek, çünkü her şey onların iradesinin dışında seyretmiştir; ne yapabilirler ki?
 
Örneğin “biz Birinci Dünya Savaşı’na girmeyecektik aslında ama şu lanet olası Goeben ve Breslau kruvazörleri olmayaydı;  bu durumda savaşı da biz kaybetmiş sayılmayız. Zaten Ermenileri de biz katletmemiştik; şimdi bizden ne isteniyor ki; tarihçiler otursun tartışsın işte; Aleviler mi dediniz? Onları katledenler bizzat kendilerinin destekledikleri güçler ya da hep karanlık güçler; bizimle ne ilgisi var? Süryanilerin nüfusu beş bine indiyse, Ezidiler beş yüzü bile bulmuyorsa dönün Ergenekon terör örgütüne bakın; zaten bunlar darbeci değil miydi ve hala işlemiyor mu bu darbe mekaniği?” Öyle ki iradesizliğimiz bile bizim irademizin eseri değildir! Tıpkı afişimizde olduğu gibi:
 
Uçurumun gri-mavi boşluğuna açılan bir salıncak; özgürlüğe çağıran. Ama bu salıncağın ipleri nihayetinde bir kazığa bağlı, bir sufle penceresinden, bir fısıltının içinden geçerek ve ipin başında bir gergedan duruyor ayakta, sanki hazr’olda duruyor. Bir gergedan: Önüne çıkmadığınız sürece sizi görmeyecek ama önüne çıktığınız anda sizi parçalamaktan geri durmayacak bir şiddet patlamasının cisimleşmesi. Ama bu gergedan o fısıltı penceresine hem kendisi muhtaç, hem de önüne her çıkanın aslında kulağına doldurulmuş fısıltılarla çıktığına iman etmeye muhtaç, sürekli olarak herkesin her tutumuna bir fısıltı yakıştırma peşinde; ah o fısıltılar… o fısıltılar olmasa gergedanın önüne kimse çıkmayacaktır; birileri bir pencereden sürekli fısıldayarak gergedanın yolunun üstüne itmektedir bizi; yoksa bizim yola çıkacak aklımız olduğu bile iddia edilemez; sorun o üst akılda, o fısıldayan akıldadır hep! Ama kimsenin kuşkusu olmasın, kimse sabrımızı sınamasın, gergedanın kudreti tüm o fısıltı pencerelerini darmadağın etmeye yeterlidir!
 
“Orada kimse var mı?” diye seslenme hakkı enkazın altındakinden alınmış, üstündekine ve siz yalnızca enkazın altındayken, verilmiştir. Siz soramazsınız, cumhuriyet sorar; size düşen yanıtlamaktır: La Boetie’nin kulakları çınlasın. Size sorulmuşsa yanıt verin; orada değilseniz orada olun. Sürekli yanıt verin, sürekli konuşun; konuşturarak özgürleştirir cumhuriyet; bakın yine bir Muharrem ayındayız, yine bir Alevi açılımı geliyor sessiz sedasız; Aleviler biraz daha özgürleşecek; tıpkı Roboski’de dünyadan özgür kılınan Kürt çocukları gibi.
 
Bunun daha açık anlamı; iradesiz bir cumhuriyetin kendi içinde bulunduğu iradesizliği korumak ve güçlendirmekten başka iradesi yoktur. İradesizliği koruma iradesi tek irade olduğu içindir ki en güçlü iradedir de. Buradaki güçlülük iki anlamda düşünülmelidir: Hem, elde olanı korumak bakımından yani iradesizliği bir iradeye, kararsızlık kararlılığını bir karara dönüştürme talebinde bulunan her irade şiddetle bastırılır ve hem de, aynı anda bu iradesizliği zan altında bırakabilecek şüphe üretici her odak ki bunların başındaki kaynak elbette sosyo-politik değişimin ta kendisidir, şiddetle ortadan kaldırılmaya çalışır ve dahası ana kaynak sosyo-politik değişimin kendisi olduğu ölçüde, şüpheliler listesi giderek genişler ve bu genişlemeye koşut olarak şiddetin alanı da sınırlarını giderek genişletir. Bu dinamik içinde işleyen bir cumhuriyette hiç kimse kendini güvende hissedemez. Bugün kendini ak sarayların ak odalarında abartılı bir mefruşatla sarılıp sarmalanmış bulanların, yarın kırmızı bültenle aranmayacağının hiçbir garantisi yoktur! Bu haliyle iradesiz bir cumhuriyetin en önemli işareti giderek cumhuriyeti niteleyen şeyin şiddet oluşudur. Şiddet, bu cumhuriyetin yalnızca bir aracı değil, simgesel evreninin hamuru, retoriği…giderek kendisi haline gelir; kendisinden ibaret bir kendisi: Artık cumhuriyetten, eğer bir zamanlar varsa,  kamu kovulmuştur! Ya da başka bir ifadeyle, eğer cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesiyse, öncelikle kimsesi olan her failin kimsesiz kılınması, kimsesizlikte eşitlenmiş kimselerin kimsesi olmanın başarılması ve bu başarıldığı ölçüde de kimsesizlerin kimsesi olan kimsenin kimsesiz kalması söz konusudur! Özcesi, kendinden ibaret, kamusunu yitirmiş bir cumhuriyet, kimsesi olacağı kimsesizliği yitirdiğinden, artık kimsenin kimsesi olamayan bir cumhuriyettir! Belki de Hobbes’un sözün kıyısına kadar gelip bir türlü söyleyemediği Leviathan’ın çelik çekirdeği budur. Kim bilir, belki de bugün ilk kez, karşı karşıya olduğumuz Korku Cumhuriyeti sayesinde, gerçek anlamda devletle tanışıyoruzdur.
 
Bu iradesizliği adına barış süreci, müzakere süreci ne dersek diyelim, en iyi o süreçte görürüz: mevcut durumun aslında olduğu haliyle sürdürülmesi, herhangi bir karar iradesine ihtiyaç duyulmaması; HDP yine terörist, Kandil yine bölücü, dağa çıkan çocuklar yine kandırılmış, bir tarafın deyimiyle gerilla, diğer tarafın deyimiyle terörist olanlar yine rehabilite edilmesi gerekenler…dir. Nokta. Tam bu nokta üstüne konuşmamızı bekler cumhuriyet bizden. Oysa noktalı virgül üstüne konuşmalıyız:
 
Bir olmamışlığı işaret eder noktalı virgül; söylenmesi gereken söz henüz söylenmemiştir, ancak söylendiği andan itibaren de artık söylemek istediğimiz söz olmayacaktır. Çünkü, söylenmek istenen söylenmiş olsaydı, nokta konulurdu, devam edilmek istenseydi de virgül olacaktı konan. Noktalı virgül ise söylenmek isteneni bir muğlaklığa terk edecektir her zaman. Bilimin kendisidir aslında noktalı virgül. Birikimli bir şekilde ilerler ama her seferinde biraz daha açmayı gerektiren sözler ister, “yani” dedirtir, bir kez ve bir kez daha anlatılmak ister. Çünkü insan hızlı konuşan, fakat yavaş anlayan bir hayvandır. Bu hızlı konuşan, fakat yavaş anlayan hayvan bizdendir, çünkü yabancı olan “anlıyorum ama konuşamıyorum”dur. Hayatın rutinine vurulmuş bir darbedir. Nokta ya da virgül neyine yetmiyor denir, her darbe gibi o da sevilmez.
Öyle muğlaktır ki onu okuyan yazana göre daha çok ürker.
 
Noktalı virgül yazıya hasredilmiştir. Konuşurken durak verildiğinde virgül, durulduğunda nokta anlaşılır. Kimse yapılan bir konuşmanın içindeki noktalı virgülü ayırt edemez. Yazı ile ayrılmaz bir bütünlük içerisindedir. Yazı devrimi diye bir şey varsa bunu noktalı virgüle borçluyuz. Bu yüzden hiçbir iktidar ve muktedir sevmez onu. Virgülün ve noktanın meziyetleri imla kılavuzlarının sayfalarını doldurur da, üç cümledir noktalı virgülün esbabımucibesi, hepsi o.
 
Kararsız cumhuriyetin olduğu gibi, Korkuyu Beklerken’in anti-kahramanının da peşinde olduğu ama bir türlü ulaşamadığı şey bir noktadır. Evinde birden beliren ve evden çıkmamasını buyuran bir tehdit mektubunu bulduğunda o noktayı da bulmuş gibi olur; oysa mektuptan önceki yaşantısıyla sonraki yaşantısının evden çıkmamak dışında esasta bir farkı yoktur; bunu bilir. Olsun, en azından o mektubun koyduğu nokta sayesinde artık yaşadığını hissedebilmektedir. Kaderini gizli bir mezhebe terk etmiştir. Ya öncesi diye sorar kendi kendine: “Daha önce ne olmuştu? Sanki, kime yazıldığı bile belli olmayan bu mektubu almadan önce yaşamamıştım, şimdi zaten yaşamıyordum. (…) Ben bir şeyin taklidiydim; fakat, aslımı bile doğru dürüst öğrenememiştim. Belki de bana ne olduğunu sonuna kadar okumamıştım. (…)Yapmam gereken ne kadar çok iş vardı! İyi ki şu mektubu almıştım. Yapacak bu kadar çok işimin olması birden sevindirdi beni: yapmasam da önemli değildi; yapacak işlerim vardı ya…(…) Bütün korkaklar gibi hem ölüyordum hem diriliyordum.” Korku dağları tuttukça buna eşlik eden melankoli de bir gurura dönüşür:
 
“Çoğu zaman deha belirtileri gösteren hüzünlü karaktere bağlanan gururla birleşmiş imgelem kendisini yansıtan melankolik düşüncenin acı ve tatlı deliliği olur. (…)Melankolik bakış uyanıklıkla karışmıştır ama bilemediği, anlayamadığı bir olumsuzlamanın kuşku ve şeytansı ironisiyle kemirilir. Kendi içine baktığında mücadele etmesi gereken şeyi, ihtiyatlılığın karşısında olan şeyi, önündeki şeyin verdiği korkuyu, sarsılan imanını kesinlikle kavrar. (…)Kendini seyreden bir hayvan gibi her şeyden korkan, kendi kendini korkutan biri… “Kendimden korkuyorum! Bu ters ve meydan okuyan bakış genellikle gurur tematiğine bağlanır.” Tıpkı anti-kahramanımızda olduğu gibi:
 
“İnsanlar için ve tabiat için iyi şeyler düşünmüyordum; dünyaya kendimden bir şey veremiyordum. Kendimi kendime saklıyordum; kendiliğimden bir davranışta bulunmuyordum. Bu duruma daha fazla dayanamazlardı. Belki, yürürlükteki kanunlarla bana bir şey yapamazlardı; fakat, dünyanın düzeni çok yönlüydü, karmaşıktı. Sonunda bir gizli mezhep çıkıyordu işte.” Bizi tehdit de etse, eve de kapatsa, nihayetinde fark edildik ya işte. Köklü bir suçluluk duygusuyla sarılıp sarmalanıp şimdiye kadar kenarda kalmışsak da. Mektup sayesinde hayata döner kahramanımız. Kendini önemsemeye başlar, kendisinin seçilmişliğinden bahseder. Artık sıradan biri değildir sanki.
 
Nurdan Gürbilek, Oğuz Atay’ın yapıtlarında karşımıza çıkan ister özeleştirel, ister ironik ya da alaycı ya da Orhan Koçak’ın iddiasıyla şakacı tutumunu değerlendirirken Atay’ın melodramın, bir ulusal mağduriyet anlatısının ve buna bağlı olarak yatıştırıcı bir mazlumluğun hikayecisi olmadığını özenle not eder. Ama korkudan alaya giden yolun, Atay için bir gurur durağından geçmediği şimdilik kabul edilebilirse de, kahramanları için de acaba aynı şey söylenebilir mi?
 
Bir başka romanında, Tehlikeli Oyunlar’da ilkokul öğrencisi Salim’in ödevini yapan kahraman ülkemizi şöyle sunar: “Ülkemizin dört bir yanı, köylülerle çevrilidir. Köylülerle çevrili ülkemizde birçok ürün yetişir. (…) Ülkemizde, eski çağlardan beri birçok medeniyet yetişmiştir; ülkemiz, birbirine benzemeyen birçok medeniyetin beşiği olmuştur. Bu beşikte birçok medeniyet sallanmıştır, birçok medeniyeti uyutmu-şuzdur. En son kurulan medeniyet ekmek medeniyetidir. Bu medeniyetin sürekli oluşunu sağlamak için, ülkemizin birçok yerinde, buğday yetişir. Fakat, ülkemizde en çok yetişen, köylüdür. Köylü, bütün iklimlerde yetişir. Köylünün yetişmesi için, çok emek vermeğe ihtiyaç yoktur. Köylü bozkırda yetişir, yaylada yetişir, ormanda yetişir, dağda yetişir, kurak iklimde yetişir, ovada yetişir, sulak iklimde yetişir. Çabuk büyür, erken meyva verir. Kendi kendine yetişir, kendi kendine meyva verir. Biz köylüleri çok severiz. Şehre gelirlerse onlardan kapıcı ve amele yaparız. Satırbaşı. (…) Ülkemizde tarım ürünleri yetişir. Kuru üzüm ve incir yetişir. Önce ıslak yemişler yetişir. Onları, güneş olan yerlerde kurutarak kuru yemiş yetiştiririz. İngiltere'ye göndeririz, onlar da bize gerçek gönderirler. Gerçek tohumları gönderirler. Biz, o gerçeklerden, kendimize göre gerçekler yetiştirmeğe çalışırız. Son yıllarda, kuru üzüm ve incirin yanısıra, köylü de göndermeğe başlamışızdır. Bu köylüleri, önce şehirlerde biraz yetiştiririz; tam olgunlaştırırız. Onlar da bize döviz gönderirler. Halk müziği göndeririz; şoför plağı gönderirler, aranjman gönderirler. Az-gelişmişülke göndeririz; yardım gönderirler. Zelzele, toprak kayması, sel felaketi haberleri göndeririz; çadır ve heyet gönderirler. Asker göndeririz; teşekkür gönderirler. Bin-zorluklayetiştirdiğimizdeğerler göndeririz; dışülkelerdeçahşanyabancılaristatistiği gönderirler. Gerçekinsanlarımızı göndeririz; bize ordan mektup gönderirler. (…) Ülkemiz, büyük adamlar da yetiştirmiştir. Nokta çizgili sınırlardan, beyaz köpüklerle başlayarak tıpkı hari-talardaki gibi rengi gittikçe koyulaşan denizlere kadar; derin deniz yaratıklarına benzeyen göllerden, üzerlerinde yükseklikleri yazılı beyaz dağ doruklarına kadar ülkemiz, bir zamanlar canlı ve yaşamış irili ufaklı büyük adamlarla doludur. Hemen hepsi bugün birer heykel olan bu büyükadamlar, ülkemizi bir baştan bir başa kaplar. Ne yazık ki, haritaların ölçekleri elverişli olmadığı için, bu heykelleri gerçek yerlerinde göstermek mümkün olmamıştır. Tarım ürünlerimizi gösteren bazı haritalarda, belki de dört şehir büyüklüğündeki portakallarla, ayakları ve sakalları il sınırlarından taşan tiftik keçilerinin yanında bu heykelleri de göstermek iyi olurdu. Büyük adamlarımız, ülkemizin önemli ürünlerinden biridir. Fabrikalar gibi, bu büyüklerin heykelleri de ülkemizin üstünde yeterli sayıya ulaşamamıştır.”
 
Bu uzun anlatıda kahramanın ironisini, bir başka düzlemde ters-yüz edecek bir hakikat arayışı yok mudur? Giderek belki biraz da abartarak bu hakikat arayışının Ruhi Su’nun sesinden Dağlarca’nın dizelerinde dile gelen büyük gurur ve yeni bir hakikat arayışıyla bitişebileceğini hiç mi düşünemeyiz: “Sığmazken atalarım güne yarına/ düşmüşüm vay/ düşmüşüm ben el kapılarına…Daha üç yüz yıl evvel omuzlarımızda gök yarısı bayraklar/ eğilirdi bu ülkelerin burçları uygarlığımıza (…) Biz’/Pis yöneticilerin mutsuz kişileri.”
 
İroni ya da alay, ister bir hakikate yönelsin isterse yönelmesin, hep tırnak içindedir: Tırnak işaretinde ilahi olan bir şey vardır. Asla bize ait olmayan ama bildiğimiz. Belki de Descartes’dan hareketle, eksik olan bizlerin eksiksiz olana dair tasavvurudur. Kendimizi tamamlama girişimimizin bir parçasıdır, ancak tamamlanmaya kesin olarak izin vermez, bu yüzden bir girişim olarak kalır, çünkü hiçbir zaman bize ait olmayacak bir şey taşır içinde. Bir emanetten söz ediyoruz aslında, asla bize ait olmayan ama bir o kadar da bizim sandığımız; bizim olup olmadığını bilemediğimiz, yalnızca sandığımız ölçüde de bizim olduğuna iman ettiğimiz.
 
Bir gelişmişlik göstergesi olarak noktalı virgülü tırnak içine alıp kendimizden uzaklaştırmak, kendi dışımıza atmak, kendi dışımızdan içimize doğru alıp, içimize aldığımızı dışımızda dondurmak isteriz. Eğilip bükülsün istemeyiz. Bir devrimin en önemli mirasıysa o, bir devrimi korumak isteriz. Noktalı virgül Tanrı’ya ait bir şeyi dile getirir, onun yarattığı ve dünyaya gönderdiği ve asla Ona da ait olmayan.
 
Nokta erkek, kadın virgülse, noktalı virgül cennetten atılan Adem ve Havva’dır. Yeryüzüne ait değillerdir, bir süreliğine burası onlara sürgün yeridir. Cennette ikisi de mutlu cehaletleri içinde yüzüyorken, yasak meyveyi yiyerek noktalıklarını ve virgüllüklerini bilmişlerdir. Virgül bir dizi noktayı içinde taşır; o yüzden kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı uydurulmuştur. Cümle erkekleri toplasan bir kadın eder. Virgül olarak kadın, sıra sıra sıralı noktalar olarak sonsuzluğa işaret etmeye cüret eden erkeği ve onun hayali sınırlı sonsuzluğunu sürekli kesintiye uğratır, bu hayali sonsuzluğu sürekli böler ama asla sonlandırmaz. Sonsuzca akan sözcükleri böle parçalaya bir anlam katar ama anlam tamamlanır mı nokta konulmadan? Nokta ile virgül bir araya geldiğinde ise cümle yeni şeylere gebedir. Tamamen yeni değildir, öncesinin izlerini taşır ama onlardan da ayrı bir şeydir; noktalı virgüldür bu.
 
Tırnak işareti ise düşüşü temsil eder: ilk isyanı. Bu nedenle noktalı virgül, insanlığın, kadın ve erkeğin baş kaldırışıdır, eksiksiz olan her şeye. Çünkü insan eksikliğiyle insandır. Bize ait olmayan bir şeydir, bir yabancılıktır. Ötekine aittir. Bize değil ama ötekine ait olduğunu bildiğimiz ama söylemeden hayatımızın geri kalanına devam edemeyeceğimiz yabancı bir sözdür tırnak içindeki noktalı virgül. Bizi var eden şeydir. Aslında beş virgül ve bir noktadan ibarettir noktalı virgül ama dikkat edin, her zaman aslında noktadır tırnak içindeki, beşinci virgül değil. Noktalı virgülün tırnaklarca hapsedilmiş noktası hep bir hakikati zaptederken, virgülü sürekli ondan kaçar, ele avuca sığmaz.
 
Korkuyu Bekleyen kendisini tırnak içinde ne kadar güvende hissederse hissetsin, beklediği şey gerçekleşmez bir türlü ve bahçeye çıkıp haykırır: “Ben diye bağırdım bütün gücümle. Sonra adımı tekrarladım birkaç kere. Ben, burada gizli bir mezhebin kurbanı olarak bir saksı çiçeği gibi kuruyup gidiyorum. Ben, çiçeklere bakmasını bilmediğim gibi, kendime bakmasını da bilmiyorum. Ben, yalnızlığı istemekle suçlanıp yalnızlığa mahkum edildim. Bu karara bütün gücümle muhalefet ediyorum. Ben, yalnızlığa dayanamıyorum, ben insanların arasında olmak istiyorum. İnsanların düşmanlara da ihtiyacı vardır.” Ama ev içinde kuruyup giden evin içinde olmaklığını ayrıcalıklı ve meşru kılan her şeyi parçalayan bir gazete haberiyle evden dışarı fırlayacaktır:
 
“Dün gece şehir dışında bir evde ayin yapan yabancı uyruklu ondört kişi komşuların ihbarı üzerine yakalanmıştır. Soruşturma sırasında kendilerine Ubor Metenga adını…İşte bu ülkedeki korkunç olayların, fırtınalı serüvenlerin kaderi: Her şey sonunda gevşiyor ve zavallı bir zabıta haberi olup çıkıyor. Nerde eski romantiklik? Nerde eski şövalyeler?...Evde korkuyla beklerken ya da korkuyu beklerken geçen zamanın ne de olsa bir önemi vardı, bir geleceği vardı. Üstelik bu arada, tehdit mektubunu almadan önceki zamanlarım da değer kazanmıştı. Bende bir özellik bulmuşlardı ki beni seçmişlerdi. İşte, neler olduklarını şimdi kesin olarak söyleyemeyeceğim bu özelliklerimi de artık yaşanmamış zamanlarda kazanmıştım. Şimdi artık her şeyi kaybetmiştim… Bu ülkede her şey çığırından çıkıyordu.” Tehdit mektubu gönderen Ubor-Metenga boşa çıkmıştır. Bir zabıta haberine dönüşmüştür. Yakalanmışlardır, vakay-i adiyedendir bu. Her şey bir anda çığırından çıkmaktadır.
 
Lozan’dan başlayarak kendine yepyeni bir tarih, yepyeni bir dil ve hatta yepyeni bir din inşa ederek bir yandan yaratmaya çalıştığı ulusu büyük insanlık ailesinin köküne yerleştirerek Batı kanadında bir yere oturtmaya çalışan ve başarısızlık korkusunu hiç üstünden atamayan cumhuriyetimiz, aynı anda başından atmaya çalıştığı eski tarihinin yükünün ayağında bir bukağı olarak kendisini hep izleyeceği korkusuyla doludur. Bu korku sermayesi, bir yandan hem “gerçek korkunun bir anlatımını, hem gerçek korkuya karşı bir başkaldırıyı” içinde taşırken, aynı anda cumhuriyet, “baskı altındaki yaratığın iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz dünyanın ruhu” ya da halkın afyonu olarak yani bir din olarak kendini inşa eder! Ama Kıbrıs savaşından tüm askeri darbelere kadar bütün kesinti anlarında gelişiyle sözüm ona her seferinde kendisine yeni bir hayatın muştulandığı ve “Bir gece ansızın gelebilirim!” şarkılarıyla büyütülmüş her nesil bir çığırından çıkmayı işaretlemektedir. Hele hele şimdilerde tam bir dini ayin gibi yeniden canlandırılmaya çalışılan, her cumhuriyet bayramında yapılan zeybek gösterileri, balolar, meşaleli yürüyüşler bu çığırından çıkışın, Korkuyu bekleyene tehdit mektubu gönderen gizli mezhep ya da örgüt olan Ubor-Metanga’nın bir zabıta vakasına dönüşmesi kadar ironik olduğunu göstermektedir.
 
Machiavelli, kararsız cumhuriyeti anlatmak için söze girerken, kararlı bir cumhuriyetten de, her zamanki gibi Roma uygarlığından aldığı tarihsel örnekler verir. Kararlı bir cumhuriyet, gerektiğinde kendi kurucu temellerine içkin olan aklı terk edebilecek kararlılığa sahip bir cumhuriyettir ve ancak bu sayede tarihsel dönüşüm anlarında bir cumhuriyet olarak varlığını sürdürebilir. Bunun tipik örneği cumhuriyetin halkın aleyhine, silahlanma tekelinden, adeta kendi ontolojik varlığına içkin olan bu akıldan vazgeçmesidir. Roma, halkını silahsızlandırarak savunma yükümlülüğünü üstlendiği bir coğrafyada, bu yükümlülüğü yerine getiremeyecekse, kendi aklıyla ve bu aklı cisimleştiren kurumları eliyle, yani yine karar tekelinin kendi elinde olduğunu gösterecek şekilde, halkın silahsızlandırılmasını bir yana bırakalım, halkı silahlı bir güç olarak tanımakta bir an bile tereddüt etmemiştir. Çünkü aksi halde burnunun dibinde, baş etmekte zorlanacağı daha büyük bir tehdit belirecektir! Kimsenin aklına Kobane gelmesin; hiçbir şey ima etmeye çalışmıyorum; Machiavelli anlatmayı deniyorum! Ya da yine bir romancımızdan, Hasan Ali Toptaş’ın son romanı olanHeba’dan bir alıntı yaptığımı da düşünebilirsiniz: “Gerektiğinde aklı devreden çıkarabilecek kadar akıllı bir” cumhuriyet, Machiavelli’ye göre işte budur! Bir başka Hasan Ali Toptaş sözüyle, Machiavelli için, Soma’dan Karaman’a, Adapazar’ı depreminden Van’a, trafik teröründen, kadın cinayetlerine kadar, her bir anda bize mukadderatı ve fıtratı hatırlatan cumhuriyet aklı öylesine bir akıl olarak işlemelidir ki “dua edecek kişinin eline bir taş alması” gerektiğini de söylemeyi becerebilsin!
 
Ama ne yazık ki Korkuyu Beklerken’in izdüşümü olan cumhuriyetimiz bizi “Korkuyla beklemek, korkuyu beklemek gereksiz; çünkü dünyanın yarıçapını ve İstanbul’un fethini biliyorum” diyerek kendi yarattığı korkuyla baş etmeye çağırmaktadır. Kendi yaratmıştır; kendi yarattığına dönüşmüştür. Yani artık Oğuz Atay’a uyarak söylersek “demek ki” diyebileceğimiz bir noktayı çoktan aşmış bulunuyoruz: Korkuyu bekleyen anti-kahraman tehdit mektubunu ilk aldığında şöyle düşünür: “Demek ki, üstü yazılı olmayan bu zarf yeniydi. (Bu ‘demek ki’ler beni her zaman rahatlatırdı.) Fakat ben oraya zarf koymazdım. Çünkü zarfım yoktu evde. Çünkü kimseye mektup yazmadım. Çünkü kimse bana mektup yazmazdı. Korktum. Çünkü, ‘demek ki’ diyemeyeceğim bir yerlere gelmiştim.” Tam bu an hem cumhuriyetimiz, hem Korkuyu Beklerken’in anti-kahramanı için, hep orada dururmuş gibi duran ve henüz zarfı açılmadığı için bir tehdit mektubu olduğu bilinmeyen mektubu açmanın zamanıdır. Mektup, bilinmedik bir dildedir; aşina olmadığımız bir dilde. Bir yandan ağıtsı bir havası vardır, bir yandan tehdit:
“Morde ratesden, Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, ferto tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk! UBOR-METENGA” Mektubu aldığınız andan itibaren evinizden hiç çıkmamanızı size kesinlikle bildiririz. Dikkat! Ya da sizi uyarırız, dikkatinizi çekeriz de diyebilirsin. İmza yerine ÜSTÜN YOL ya da değerli tarikat filan.” 
 
Mektubun okunduğu an, nasıl mektuba kadar olan hayat, mektubun sonrasını barındırıyorsa, öykünün sonunu da barındırmaktadır. Mektuptaki tehdide uyarak evinden çıkmayan kahramanımız, Ubor-Metenga’nın bir zabıta vakasına dönüşmesiyle hırsla evinden çıkar; elinden her şey alınmıştır; gündelik rutine karışmaya çalışır ama yine beceremez. Bu arada evi dahil, ayrıcalıklı olduğuna ilişkin inancını, gururunu, umudunu tümden yitirir ve bunun üstüne kendisi tehdit edene, Ubor-Metenga’ya dönüşür ve sağa sola tehdit mektupları gönderir! Ama artık çok geçtir ya da geç kalmışlık başlangıca içkindir; geç başlayan, her ne kadar kendisinin tarihin ilk örneklerinden biri olduğuna inanmışsa da. Kahramanımızın yazdığı tehdit mektupları kimseyi, kendisi gibi, evinin içinde tutmaya yetmez! Tam bu anda Oğuz Atay’ın kahramanlarında rastlamadığımız istisnai bir olay gerçekleşir.
 
KB’nin kahramanı Oğuz Atay’ın diğer kahramanlarından farklı olarak toz olup gitmez. Aksine adım atar, inisiyatif üstlenir. Kahraman kaybolmaz, yok olmaz. Ta en başta, öykünün ilk satırlarında, beklediği cezayla kendini onaylayabilen kahramanımız cezalandıracak olanın soytarılığını fark edince, cezalandırılma talebinden vazgeçmez. İlle de cezalandırılmak ister. Cezalandırılmadığı ölçüde çünkü kendi varlığını bir türlü onaylayamaz. O yüzden de öykünün sonunda polise koşturur ve sağa sola tehdit mektupları gönderdiğini itiraf eder ve cezalandırılmasını ister. Böylece kendisini yok etmeyi reddeder. Çareyi kendisini korkutan şeye dönüşmekte bulmuştur. Artık korkutucu olan, tehdit eden kendisidir! Artık o olmuştur. Bu mazlumun zalime dönüşmesi değildir. Mazlumun ve zalimin geçirdiği dönüşümde pozisyonlar sabittir; pozisyonları işgal edenler yer değiştirir. Burada, kendisi korku kaynağına dönüşende ise artık pozisyon kalmamıştır ve buradan itibaren zaten, bu kez öykünün en başına dönüp bu tehdit mektubunu yazanın da kendisi olup olmadığını sorgulayabiliriz. Daha başta kendime yazmamıştım diyen Atay, belki de kendisinin yazdığını ama kendisine yazmadığını söylemek istemiştir.
 
“Kendimi ihbar etmek istiyorum. Belirli kişilere tehdit mektuplar yazdığımı itiraf etmek isiyorum…tehdit mektupları yazdım efendim, dedim ki…Morde ratesden…Kimseden korkum yoktu. Açıkça tekrarladım. Morde ratesden, Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, ferto zist Norgunk! Ubor-Metenga.” Bir internet yazarının yorumuna hem katılarak hem ekleme yaparak yeni bir çeviri yaparsak: Fertsiniz, artık sizden korkulur; faşistsiniz, korkutuculuğunuz bunun bir düzen oluşturması, bir düzenek oluşturmasından!
 
Oysa baştaki ve sondaki mektup aynı değildir: Görebildiğim kadarıyla Atay okurlarının fark etmediği bir ayrıntı gizlidir bu tekrarda. Aslında ortada bir tekrar yoktur. Korkunun kendisi olma, korkutana dönüşme, korkutan ve korkuyla özdeşleşmeyi bile becerememiştir kahramanımız ya da tam tersine büyük bir beceriyle karşı karşıyayız ki Atay’ın tuzağına düşmüş sinekler gibiyiz; örümcek ağını görmeyen. Tekrarladığımız şeyin bile aslında tekrarladığımızı iddia edebileceğimiz şey olmadığı ve en kötüsü, Oğuz Atay’ın okurlarının nasıl olduysa aradaki bu farkın farkına pek varmadıkları, yani aslında herkesin okuyup geçerek tekrarladığını iddia ettiği şeyi aslında okumadığının bir anda açığa çıkmasıdır; tıpkı bir din gibi bugün Cumhuriyete sarılanların cumhuriyetin başındakiyle bugünkü arasındaki tekraren farkı fark edememeleri gibi… Öykünün sonunda, mektuptaki bir bölümü çıkararak tekrar etmektedir kahramanımız.
“Morde ratesden,
Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, ferto tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk!” 
Bu mektubun ilk halidir ve altını çizdiğim yer, ikinci kez mektup belirdiğinde metinde yoktur. Yine serbest bir yorumla çevirmeyi denersek: İki kuruşluk adamsınız, sizden korkan sizin gibi olsun….ya da ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın…ya da korkutuculuğunuz spontanlığınızdan, serseriliğinden, belirsizliğinden, çünkü henüz bir düzeniniz yoktur!
 
İki cümle arasındaki farkı fark edenler sanki hep ölülermiş ya da fark etmek ölüme götürüyormuş gibi, kendisi bir uçurum olan bu farklılığın bir geçesinde, cumhuriyetimizin öteki tarihinin temsili tüm yükünü adında taşıyan ve yetmezmiş gibi bu ada 1915’te Beyazıt Meydanı’nda idam edilen Hınçak Partisi Merkez Komitesi üyesi Paramaz’ın yani Madteos Sarkisyan’ın ve hiçbir aidiyeti olmadığı halde Kızılbaşların da adını ekleyen ve yine yetmezmiş gibi, kendisine “bizim de dağlarımız var” demeye hazırlanan herkese inat, herkes onu Kosta Rika’da sanırken Kobane’de IŞİD’e karşı savaşırken yitirdiğimiz, Boğaziçi üniversitesinin yetiştirdiği gencecik bir sosyolog, Paramaz Kızılbaş Suphi Nejat Ağırnaslı, diğer geçesinde ise o üniversitelerin koridorlarına polisleri davet eden ve öğrencilerini polis şiddetinden korumak isteyen asistanların tekme tokat gözaltına alınmasını rutin uygulama sayanlar oturmaktadır!
 
Bir Amerikan filminin bir yerinde şöyle denir: Bir yazıyı alıntıyla bitirmek iyidir. Birileri zaten senin söyleyeceğini en iyi şekilde söylemiştir. Bu yüzden tırnak işareti, gökyüzünün altında yeni bir şey yok demenin en kısa yoludur. Noktalı virgül ise her şey söylenmiş olduğunda dahi, insanlığın söylenecek bir şeyleri daha olduğunu işaret eder. Noktalı virgüle muhtacız, bağımlıyız, çünkü insan konuşan bir hayvandır. Buna karşın, bununla birlikte belki de bir Oğuz Atay hikayesinin kahramanı olmaktan çıkmanın yolu başka bir dille, bu salonda hiç kimsenin bilmemesini umduğum bir dille bitirmektir bu konuşmayı:
 
Huomenna olen luultavasti kotona: Me juoksemme kotiin.
 
Bu konuşmanın hazırlanmasında esin vermeyi çok çok aşan katkılarından ötürü lisansüstü öğrencilerimiz Çiğdem Gönen’e, Çağıl Bakacak’a ve meslektaşım Reşide Adal Dündar’a teşekkürü bir borç biliyorum. Minnet, sevgi ve saygıyla.
 
Ayhan YALÇINKAYA